published on
Müslümanlar için bir iftihar vesilesi değil mi? Dinimiz bize sevmeyi emrediyor. Allah’ı, Resûlüllah’ı ve
sevilmeye layık olanları sevmek. O halde sevmek dinin bir parçasıdır. Dolayısıyla dindarlığın
ölçütlerinden biri de sevmektir. Sevmeden tam dindar olamayız.
Sevmenin zıddı ise buğzetmek. Müstahak olana buğzetmedikçe sevilmesi gerekeni de hakkıyla sevmiş
olamayız. Bu yüzden Allah için sevmek bir ibadet olduğu gibi, Allah için buğzetmek de bir ibadettir.
Masum insanları, çocukları hayvanları katleden zalimlere buğzedemiyorsanız bu yapılanların kötülüğüne
inanmış olamazsınız.
Sevilenlere bakınca sevginin insanda hangi yollarla oluştuğunu da anlayabiliyoruz. İnsanın içinde hep
kemale doğru seyreden bir cazibe vektörü vardır. İnsan bu istikamette iyiye, doğruya ve güzele meyledip
ulaşmak üzere programlanmıştır. Onun için bunları sever, yeter ki vicdanı hatalarla körelmiş olmasın.
Bunların zıddına da buğzeder ki onlardan uzaklaşsın. Çünkü ancak şerden uzaklaşıldığı kadar hayra
yaklaşılır. Allah’ın insanın fıtratına koyduğu kendi özel programı bunu gerektirir. Bu sebeple sevgi,
sevenle sevilen arasında ittifak noktalarının örtüşmesidir de diyebiliriz.
Diğer yönden sevmek bir insan eylemi olarak bir ihtiyacın, dolayısıyla da bir eksikliğin işaretidir. Çünkü bir
şeye ihtiyacınız varsa o kadar eksiksiniz. İhtiyacımız olan şey bizi cezbeder, biz de onu severiz ve ona
ulaşmaya çalışırız ki eksiğimizi tamamlamış olalım. Bu sebeple Allah’ın sevmesi, O’nun razı olması
anlamındadır. O’nun bir şeye ihtiyacı olmaz.
Sevgi iki türlü oluşur: Birincisi yaradılışımızda var olan fıtrî meyil, ikincisi akıl ve irade ile oluşan ilgi.
Muhtaç olduğumuz şeyi önce doğamız gereği, farkına varmadan severiz, sonra onu tanır ve sevmeye
değer özelliklerini görünce aklımızla ve irademizle severiz. Bu yüzden Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Resulü,
ben seni canım hariç her şeyden daha çok seviyorum” deyince Resûlüllah (sa) bunun tam bir sevgi
olmadığını söylemiş, Ömer de düşünüp, “Evet, ben seni canımdan da çok seviyorum” diyebilmişti. Çünkü
“Peygamber müminlere kendi canlarından daha evladır”. İnsanın doğasındaki sevgi programına sevilenin
tanınması, akıl ve irade de katılınca böyle bir sevgi bir süre sonra insanın yaradılışına işler yani onun
ahlakı haline gelir. Halk ve huluk/ahlak kelimelerini düşünelim. Ahlak, bedenle kaynaşmış gibi
halka/yaradılışa nakşedilen huydur. Sonuçta sevgi dindarlığın bir parçası olur. Çünkü bunu isteyen
bizatihi dinin kendisidir.
O halde sevginin oluşmasında bizim elimizde olan şeyler de vardır. Güven bunların başında gelir. Güven
yani iman. İnsan tam olarak güvenmediği, iman etmediği birisini sevemez. Mümin güvenen ve güvenilen
insandır. Allah (cc) da güvenin kaynağı, kendisine güveneni güvende kılan el-Mü’min’dir. “İman edip salih
amelleri, yani Allah’ın rızasına uygun işleri yapanlar arasında Rahman bir süre sonra meveddet
oluşturur”. Yani meveddetin oluşması bir eğitim sürecine, zamana ve tecrübeye muhtaçtır.
Meveddet hubbun/muhabbetin ileri derecesi, sevginin karşılıksız ve bir şey beklemeden, şefkat ve
merhametle olanıdır. Merhamet zayıf ve muhtaç olana acımadır, meveddet ise sevgiden kaynaklanan
acımadır, muhtaç olunmayanı da kapsar. Bu sebeple Allah’ın, muhabbetten değil de meveddetten ismi
vardır: el-Vedûd. Hem seven hem sevilen demektir. Veli kulları Allah’ı çok sevdikleri gibi, Allah da onları
sever. İnsana da vedûd denebilir. Zarar kendisine dokunsa bile başkasına dokunmasını istemeyenin bu
hâli ona karşı bir meveddettir. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak bu demektir.
- Genre
- News & Politics